2 Şubat 2011 Çarşamba

“Ben Yunus’um bir çareyim,

Aşk elinden avareyim.”

Ormanın alaca-karanlığında yaşlı bir ağacın kovuğunda idi. Nemli toprağın beşik gibi kavislenip, köklerin kucağına doğru sokulduğu bir çukurda yatıyordu. Savrulup gelen kuru yapraklar üzerini örtmeye başlamıştı.

Issız bir yerdi burası. Kimseler yoktu. Hava soğuktu. Çırılçıplak kalmış ağaçlar akşamın ayazında titriyor gibiydi. Ormanın derinliklerinde uğunan hayvanlar bile üşüyordu.

O uyuyordu.

Kabuğuna çekilen şeyler nasıl olursa öyleydi.

Usulca sokulup, vücuduna dolanan uyku bir bilinmez kuyuya çekmişti Onu. Vücudunu saran titreme yavaşça söndü, benliği kuytu köşelere kaçmıştı.

Kovuğa kıvrıldığında uyumaması gerektiğinin farkında idi. Uyku ölüm getirirdi. Sınırda nöbet tutan askerlere bir tutam tuz dağıtılırmış. Uyku amansız bastırdığında, asker çakısını çıkarıp parmağını keser ve tuzu oraya basarmış. Onun ne çakısı vardı ne de tuzu. Direnmek bir fayda vermeyecekti.

Uyurken sesler duymaya başladı.

Yabancılar vardı. Yüzleri seçilmeyen... Kuyunun ağzından, alacakaranlık bir halkadan aşağı doğru baktılar. Yüzleri seçilemiyordu ama suretler konuşuyordu:

Bu kimdir? Dediler.

Bu Yunustur.

Neden yatar burada?

Uzun yol yürümüştür. Ondan.

Neden gezer böyle?

“Hak” için.

Örtün üstünü o zaman.

Neden sonra ince bir kar yağmaya başladı. Beyaz örtü pek çabuk kapladı toprağı. O, ağacın gövdesinde, elleri kucağında, ağaçtan yontulmuş bir heykel gibi yatıyordu. Toprağı örten kar Onu unutmadı.

Nisan 2005